
Varlık âleminin en üstünü olan insan, o nispette büyük bir gaye ve vazife ile yaratılmıştır. Kur’anı Kerim insanın yaratılış gayelerini birçok ayeti kerime ile bizlere öğretir. Onlardan biriside Mülk suresinin hemen başında yer alan; “Hayatı ve ölümü hanginiz daha güzel işler yapacak onu görmek için yaratan Allah(c.c), çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır” ayeti kerimesidir. Bu ve benzeri birçok ayette Rabbimiz, en mükemmel özellikler ile yaratılan insanın dünya hayatına gönderiliş gayesinin güzel işler yapmak olduğunu açıkça belirtmektedir.
Yapacağımız işlerin hayırlı ve güzel olması ise en başta niyetlerimizin güzel ve samimi olmasına bağlanmıştır. Niyet birçok ibadetin farzları arasında sayılır. Bu hususta gözden kaçırılmaması gereken asıl nokta ise; niyetin amellerimizin hak katındaki değerini belirleyen özelliğidir. Bu yönüyle güzel bir niyet, sıradan işlerimizi ibadete çevirirken, gösterişe ya da başka dünyevi beklentilere bulaşan niyetler ile yapılan işler ise bir ibadet bile olsalar, sıradan ve değersiz işlere dönüşüp zayi olabilmektedirler.
Bu hususu doğru anlayabilmek için, Rabbimizin her halimizi bildiğini akıldan çıkarmamak gerekir. Ayette “Allah(c.c) gizlediklerinizi de ilan edip açıkladıklarınızı da hakkıyla bilir” buyrulmaktadır. Yani Rabbimiz nasıl göründüğümüzün yanında kalbimizde olanı da tam olarak bilmektedir. Bu hususu izah eden sevgili peygamberimiz (sav) Kutsi bir hadiste: “Allah Teâlâ sizin dış görünüşünüze bakmaz, o ancak sizin kalbinize ve yapıp ettiklerinize bakar” demektedir. Manası ile Rabbimize ait olan bu ifade bizlere; servetin, makamların, diplomalarımızın hak katında bir değerinin olmadığını, değerli olanın ise, kalbimizde ki güzel niyet ve ortaya koyduğumuz güzel ameller olduğunu açıkça göstermektedir.
İman sahibi insan, Rabbinin rızasını kazanabilmek için birçok güzel ameli yapmaya niyet eder. Bazen de bunları yapmaya güç ve imkân bulamaz. Samimiyetle istenen ve yapmak için gayret edilen güzel ameller niyet sayesinde bizlere yapılmış gibi mükâfat kazandırabilmektedir. Tebük savaşı İslam tarihinin en zorlu mücadelelerinden birisidir. Müslümanlar bu savaşta çok büyük zahmetler yaşamış ve ciddi fedakârlıklar göstermişlerdir. Bazı sahabiler de bu savaşa katılmayı çok istemekle birlikte yaşlılık, hastalık ya da diğer bazı sebepler ile savaşa katılma imkanı bulamamışlar ve bu duruma çok üzülmüşlerdir.
Enes b. Mâlik’in (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerifte de bu husus şöyle ifade edilir:
Resûlullah (s.a.v.) Tebuk seferi dönüşünde şöyle buyurmuştu:
“Medine’de kalan bazı kimseler vardır ki aşmış olduğumuz her vadi ve attığımız her adım, yaptığımız her harcama, katlandığımız her yorgunluk ve çektiğimiz her açlık için, Medine’de oldukları hâlde onlar için de bir sevap yazıldı!”
Sahâbe-i kirâm; “Ey Allah’ın Resûlü! Bu nasıl olur?” diye sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki: “Onlar mazeretleri sebebiyle bizimle birlikte gelemediler; niyetleri bizimle birlikte olmaktı, bunun için kazandığımız sevaba ortak oldular!”
Netice şudur ki niyet, bir Mü’min için kazanç kapılarını açan ve ziyana uğramasını da engelleyen bir anahtar gibidir. Eskiler bu durumu “Niyet hayr, akıbet hayr” sözü ile ifade etmektedirler. Öyle ise bizlere yakışan her zaman Allah’ın razı olacağı ve insanlığa faydalı işleri yapmaya niyet edip o uğurda gayret göstermektir.