Yayınlanma Tarihi :

Ölüm ve yaşam

Birbirinden ne kadar ayrı ama bir o kadar da iç içe iki kavram. Peki hep mi iç içelerdi yoksa bizler miyiz onları yeni yeni bir arada kılan?

Hiç yaşamamış olsak da az çok biliriz köydeki hayatı dedelerimizden, ninelerimizden ya da dizilerden. Küçük dünyalarını sığdırdıkları küçük köylerindeki insanları biliriz gidip görmesek de. Camide bir sela verilince akın akın oraya koşan halkı biliriz, selayı duymasak da. İmam, merhumun adını söyleyince oradakilerin suratlarındaki o yaşanmışlıkları okuruz yaşamasak bile. Kiminin terzisi, kiminin babası, kiminin çocukluk arkadaşı, kiminin hısım akrabası, kiminin sima olarak çok iyi bildiği ama bir selamdan öteye gidemediği birileridir yitip giden. Herkesin kısacık da olsa bir anısı vardır o kişiyle ilgili.

Herkes son görevini yerine getirir, ölene Allah’tan rahmet yakınlarına başsağlığı diler ve köşesine çekilir. Köşesine çekilmekten kastım günlük hayatlarına devam etmek aslında… Kimi çocuğunu okuldan almaya gider, kimi akşam eve gelecek kocasına yemek yapma telaşına düşer, kimi camındaki; “Cenazeye gitti gelecek” yazısını kaldırmak için dükkanına koşar. Yani herkes kaldığı yerden hayat gailesine devam ederken ateş, yalnızca düştüğü yeri yakar.

Peki yaşadığımız şu koca şehirde ölümü ve yaşamı daha kayıtsız ve daha iç içe kılan nedir sizce? Bu şehrin “koca şehir” oluşu mu? Metropol oluşu mu? “Nedir bizi bu kadar ölüme alıştıran; ölümlerin çok ve sık oluşu mu? Koridorunda kim bilir kimi, neyi beklediğimiz hastanenin  bir kapısından kundağa sarılı bir bebeğin, diğer kapısından üzerine örtü çekilmiş cansız bir bedenin çıkması ve bizim ikisine de uzaktan bakıp o an sadece beklediğimiz habere odaklanmamızı sağlayan, arabamızla kim bilir nereye doğru yoldayken bir yandan trafik sıkışıklığıyla ilgili söylenirken, biraz sonra kazanın olduğu yerin yanından, yerde yatan ve üzeri gazeteyle örtülü cansız bedenlere uzaktan bakarak geçerken az sonra yetişeceğimiz yemeğe geç kaldığımızı düşünmemizi engelleyemeyen; gazetelerin üçüncü sayfasındaki bıçaklanarak, vurularak hayatını kaybeden insanların haberini okurken gözümüzü ikinci sayfadaki filanca mankenin yeni sevgilisine kaymaktan alıkoyamayan nedir?

Yoksa televizyonda akşam haberlerini izleyip kahvemizi yudumlarken; bir yerlerde olan patlamada hayatını kaybeden insanların haberini veren spikerin hemen ardından hayvanat bahçesinden kaçan maymunun yarattığı dehşet dolu dakikalardan bahsederken, suratındaki ve sesindeki profesyonelliği mi bize az önce izlediğimiz patlama haberini unutturan?

Okuldayken biyoloji öğretmenimin, yaşadığımız 17 Ağustos depremi sonrasında bize fay kırıklarıyla ilgili anlattıkları geliyor aklıma. Derinlerde şiddetli çarpışmalar yaşanırken, bizim yüzeyde çoğu zaman yalnızca hafif bir titreme hissettiğimizi söylemişti. Şimdi düşünüyorum da, yaşam ve ölümü bu denli iç iç içe kılıp bizi ölümün soğukluğunu ve çaresizliğini kayıtsızca kabullenişe iten ve etrafımızdaki en şiddetli yaşanan çarpışmalarda bile sadece hafif bir titreme hissetmemizi sağlayan tam olarak hangi sebepti bilemiyorum. Herkesin kendine göre bir sebebi vardır elbette ki ama bildiğim bir şey var o da; hayatın hızını yakalamaya çalışırken birbirimizle çarpışmaya mecbur olduğumuz…

Kaynak : İrfan Duroğlu

YORUM YAP