
“Her güzel şey, bir gün biter” derdi dedem. Haklıydı sonuna kadar. Güzel bir rüya, mutlu bir aşk, güzel dostluklar, ömür verilen hayaller bir gün bitermiş. Bitmesinde bir sakınca yok. Sonuçta hayatta bitmeyecek hiçbir şey yok.
3 Temmuz ile başlayan tüm bu kara kampanya günlerinde, Aykut Hoca dimdik ayakta durmuş ve takımı kimselere kaptırmamıştı. Kim derdi ki Aykut bu takımdan gidecekti. Bunun düşünülmesi bile yeterince hüzünlüyken, onun yorgun olduğunu düşünerek kendimizi kandırmaya çalışıyorduk. Son derece saygılı, naif, yeri geldiğinde tepkisini koyan, başarıyı ve çoşkuyu surat ifadesinde değil içinde yaşayan bir adamdı. Bitmek bilmeyen bir Fenerbahçe sevdasını yüreğinde taşıyordu. Hem futbolculuğunda görmüştüm şampiyonluğu hem hocalığında… Onun o dimdik ve kaliteli duruşu hepimize büyük bir güven veriyordu. Hele bir de Moskova’ya gittiğinde zaman ayırıp Nazım’ın mezarına karanfil bırakması…
İşte her güzel şey gibi sende mi bitecektin? Zaten bir cesaret eseri tanışmıştık. Salih iyi top atmıştı ve Ziegler sıfıra inip iyi bir top kesmişti, Webo güzel bir seğirtme ile arka direğe topu göndermiş ve Baroni fırsatçılığını konuşturmuştu, tanışmıştık. Ardından genç Salih oyuna girer girmez, takımı bir üst seviyeye çekmişti. Müthiş pres zamanlaması ile aynı anda hem topu kapıp hem şutu vurup gölü yapmıştı, sen koluma girip omzumda yürümüştün tüm kordon boyunu…
Bu akşam hüzünlüyüm, bunun nedenini bilmiyorum. Bazı şeyler günlük değişir bazı şeyler ise ömür boyu aynı kalır. Beni tüm hayatım boyunca en çok neşelendiren şey Fenerbahçe olmuştur. Takım kazandıkça ben hep neşeli olmuşumdur. 18 maçta alınan 17 galibiyet gibi ki bir maçta da berabere kalmıştı takım. Her maç oldukça heyecanlı ve son dakikaya kalan maçlardı. Sonra ard arda gelen darbelerle karşılaştık. Aradan iki sene geçtiğinde ise Amsterdam’a bir kalasıya kadar ilerlemiştik. Kimileri birilerinin yalakasıyken, Aykut hoca kimsenin adamı olmadığını ispatlamıştı.
O kordon boyu yürüdüğümüz günün ardından hiç görüşmemiştik. Takımın başına kimin geçeceği de henüz belli değildi. Pek de ilgilenmemeye başladım. Kim gelirse gelsin nasılsa yerini dolduramayacaktı.
O sırada telefonumda senin aramanı gördüm. İlk kez beni arıyordun. Telefonu açtım.
“Nasılsın?”
“İyiyim sen nasılsın?”
“İyiyim bende. Yoksun kaç gündür. Hiç aramadın”
“Mesaj attım ama yanıt vermedin”
“Mesaj hakkım yoktu, ararsın diye bekledim.”
“Ben de yanıt gelmeyince aramaktan çekindim”
“İnsan kız arkadaşını aramaktan niye çekinir”
“Kız arkadaşı olup olmadığından emin değildir belki”
Gülümseme sesi geldi kulağıma. Yalan yok çok güzel gülümsüyordun. Bütün kuşlar bir araya gelse böyle bir ahengi oluşturamazdı. Az da olsa keyfim yerine gelmişti, hüzün bulutları hızla ortadan kalkıyordu. Sesini duymak, Edirne’deki Darüşşifa Tıp Medresesinde tedavi olmak gibi bir şeydi. İnsan bütün dertlerinden birden arınabilirdi. Baktım arınıyordum da. Seni alıp biraz uzaklaşmak istedim bu kentten. Kent çok güzeldi ama birçok anı doluydu. Bu anıları temizlemenin en güzel yoluysa, ara ara kaçıp gitmekti.