
Jon Bon Jovi’nin konuk olarak gittiği bir düğünde takım elbisesi ile sahneye çıkıp şarkı söylemesinden sonra her güzel şeyin bir sonu olacağını anlamıştım.
Yırtık kot pantolonlar, deri ceketler, siyah tişörtler sanırım hepsinin bir sonu mu var? Hala daha böyle bir yaşlılığın mümkün olduğuna inanıyor olsam da işler belli bir yaştan sonra çığırından çıkıyor. Polo yaka tişörtler, keten pantolonlar vücudu esir almaya başladığında artık o eski halinizden eser kalmadığını ve ızdırap içinde kaldığınızı anlıyorsunuz. Kulağınızdaki delik kapanmıyor ama içi de dolmuyor. Kıyafetleriniz dolaptan atılmaya başlanıyor ve siyah baskılı tişörtler zamanla kaybolmaya başlıyor. Ya o botlar, güzelim spor ayakkabılar birdenbire spor klasik pabuçların işgaline uğruyor. Olamaz, bu bir kâbus olmalı!
Evde Türkçe sözlü hafif müzikler çalıyor, televizyon dizilerinde ağır aile baskısı pompalanıyor. Panik atak koştura koştura geliyor. Kalp krizinin tüm etkileri ağır ağır üstüme düşüyor. Dolapta son kalan kot pantolonu kıçıma geçiriyorum, üzerime de tüm dolabı altüst edip bir siyah tişört bulup giyiyorum. Herkesten sakladığım küpemi kutusundan çıkarıyorum ve zorlayarak kulağımdaki deliğe takıyorum. Kırlaşmaya başlayan saçlarımı aynanın karşısında oldukça dağınık bir şekilde tarıyorum. Kendimi sokağa atıyorum derin bir nefes alıyorum. İlk girdiğim marketten bir kulaklık alıyorum. Telefonumun kulaklık girişine takıyorum, sesi sona açıyorum ve Metallica’nın Whiskey in the Jar’ını kulaklarım vasıtasıyla bütün iç organlarıma dolduruyorum. Öyle güzel adımlarla yürüyorum ki sokaklarda…
Ara ara yüzük ve orta parmağımı avucumun içinde baş parmağım marifetiyle birleştirip serçe ve işaret parmağım dik kalarak elimi havaya kaldırıyorum. Oh diyorum oh be dünya varmış…
İlk otobüse binip gitmek istiyorum, sorumluluk berbat bir illet!
Şimdilerde 45’ine gelmiş eski sevgilimi arıyorum. Telefonu açmıyor. Bir daha arıyorum. Bu kez açıyor.
“Ne var? Ne var Allah’ın belası!” diyor.
Gülüyorum telefonda, yalnızca kahkahalarla gülüyorum. Şu hayatta beni anlayan tek kişi olduğunu biliyorum, o da bunu biliyor. Bir süre sonra o da kahkahalarıma katılıyor.
“Dönsek yirmi beş sene öncesine, bu kez gider miydik seninle dünyayı gezmeye,” diyorum.
“Giderdim desem ne değişir,” diyor.
“Hiçbir şey değişmez ama emin ol bu kez kulağına fısıldardım, sabaha karşı gün doğmadan önce; hiçbir şey yapmak zorunda değiliz, yalnızca olduğu kadar yaşamak zorundayız diye,” diyorum.
“İçki mi içtin sen?” diye soruyor.
“Daha değil,” diyorum.
“Bunları söylemek için mi aradın?” diye soruyor.
“Perfect Strangers’ı dinle, sonsuza kadar Rock’n Roll, seni seviyorum,” diyorum ve telefonu kapatıyorum.
Gençliğimde gittiğim bir kafeye gidiyorum, daha içine girmeden dışarıdan duyduğum müzik midemi bulandırıyor. Kulaklıklarımı geri takıp yolumu değiştiriyorum. Telefonuma bir mesaj düşüyor.
“Çekirdek al gelirken, nereye gittiysen akşam akşam,” yazıyor.
Telefonu elimle sıkıyorum. Sonra bir genç önümde duruyor.
“Amca çakmağın var mı?” diye soruyor.
“Yok” diyorum.
Çocuğa bir omuz atıp yürümeye devam ediyorum. Telefonum çalıyor arayan karım, açıyorum.
“Efendim,” diyorum.
“Ne aradın öyle dolapta liseli veletler gibi dağıtmışsın ortalığı,” diyor.
“Gençliğimi aradım, kendimi aradım ama hepsini yok ettiğim için bulamadım,” diyorum.
“Ne saçmalıyorsun sen?” diye soruyor, sanki saçmalayan benmişim gibi.
“Bıktım artık dinlediğin o saçma sapan müziklerden, izlediğin dizilerden, bana sormadan aldığın rezil kıyafetlerden, ayakkabılardan, ev eşyalarından. Ben eski hayatımı istiyorum,” diyorum kararlıca.
Bir an telefonda sessizlik oluyor.
“Ayrılacak mısın?” diye soruyor kendini acındırmaya çalışan bir sesle.
“Sonsuza kadar rockn roll!” diyorum…