Belki sen gülersin gözlerime diye, hiç kapatmıyorum bakışların ile gözlerim arasındaki yolu… Hiçbir çiçek kokmuyor burnuma, senin kokunu aldıktan sonra. Çaresizliğimi anlattığım sokaklar artık konuşmuyorlar benimle, gün gelecek seninle de konuşmayacaklar.
Kendime “nedenli” sorular soruyorum ama çoklu cevap alamıyorum. İçim senden başka cevap vermiyor bana. Tüm cevaplar senin adınla başlıyor…
Aşk denilen şey, üç harften oluşan ve anlamı da, kuralı da olmayan bir kelimeden ibaret… Bu anlamsızlığa sen anlam katıyorsun, varlığınla ya da yokluğunla. Ben ne yapsam, kafamı neye, kime çevirsem seni görüyorum. Bu aşk yarı delilik, yarı aptallık ve büsbütün bir hastalık hali… Bile bile ateşe atlamak, gözünün önünü görememek…
Tüm bu halimle, gece yarısı atıyorum kendimi sokağa. Yürüyorum nereye gittiğimi bilmeden, dolanıyorum seni düşünerek ve muhtemelen sen uyuyorsun, sıcak yatağında. Hava soğuk, ama ben yanıyorum ateşler içinde… Oturup bir sokak lambasının altına, ışığına bakıp anlatıyorum seni nasıl sevdiğimi ona. O susuyor, ben anlatıyorum. O susmaya devam ediyor, ben anlatmaya… Hiç anlamadan zaman geçiyor, sonra bakıyorum sönmüş. Çünkü sabah olmuş ve onun mesaisi bitmiş. Bu gecede uykusuz, yalnız ve sensiz geçmiş… Eve dönerken ben, insanlar işlerine gidiyor, çocuklar okula… Hayatın tersine akıyorum. Bana baktıklarında insanlar ne görüyorlar kim bilir. Kimisi acıyarak bakıyor, kimisi gülümseyerek… Kapıdan içeri attığımda kendimi, uykuya dalıyorum. Orada da sen varsın, rüyalarımda… Ama her şey istediğim gibi orada, seni takmışım koluma geziyorum o bana küskün sokaklarda… Ta ki o uykudan uyanana dek. Uyanıyorum ve her şey yine aynı…
Aynaya baktığım zaman sadece kendimi görmüyorum artık, sende varsın, gözlerimin içinde. Kısık ve kahverengi gözlerimin… Gözlerim sadece seni bekliyor, onlara yakından bakmanı, onların içindeki kendini görmeni… İşte o an ben susacağım, yazdıklarım susacak… Gözlerimde kendini göreceksin ve kalbimin atışlarından kendini kendin duyacaksın…