Doğada bizi üstün kılan şeyin aklımız olduğu muhakkak, belki hayvanlar da düşünüyorlar ama biliyoruz ki bizim gibi değil. Ve yine biliyoruz ki hayvanlar da seviyorlar, hem de bizim gibi belki bizden bile çok. Mesela bizim hakaret olarak söylediğimiz angutlar; ölen eşinin başında yas tutar kendisi de ölene kadar. Mesela imparator penguenler; en güzel çakıl taşını ararlar eşlerine evlilik teklif etmek için ve ömürleri yettiğince tek eşli olarak yaşarlar. Baba penguenler yumurtalarını üç ay yemeden içmeden kutup soğuğunda ayaklarında taşırlar. Sonra annelik iç güdüsü, o koşulsuz sevginin emsalsiz örneği, kutsiyet derecesine varan merhamet hemen hemen her canlının dişisinde vardır bir iki istisna dışında. Ve hepimizin arzu ettiği sevda şeklidir bütün bunlar. Ama gelin görün ki büründüğümüz yapı peygamber develeri, karadullar ve akrepler gibidir çoklukla. Kendi yavrusunu yiyen, eşini daha işini bitirmeden öldüren merhametsiz yanımızla taşırız bazen yüreğimizde sevgiyi.
Bazen bu akıbete uğramakla muzdarip olur ve sızlanırız, bazen bizatihi kendimizizdir bütün bunların avr edicisi. Yine de sevmek isteriz hepimiz, en az sevildiğimiz kadar. Çünkü biliriz insan olmanın en güzide yanının sevmek ve sevilmek olduğunu. Ta Adem’den beri en büyük yakarışımız olmuştur sevdiğimize kavuşmak. Vuslatla anlamlanan sevdalardan ziyade özlemlerin birleştirici gücü celp etmiştir hep ilgimi. Hep merakıma mucip olmuştur, koşulsuz ve hatta görmeden de sevebilme olgusu. Nazım’ın dizeleri geliyor aklıma ‘Etin gevşemesine başka bir tabir gerek, zira ki ihtiyarlık insanın kendinden başkasını sevmemesi demek.’ Ölümün habercisi olmuştur bizim için ihtiyarlık, öyleyse ölüme meydan okuyuşlarımızın ve kaçışlarımızın bir göstergesi gibi değil midir sevmek?
Kendi benliğimize rağmen severiz, kendimizden çok severiz kimileyin. Öylesi karşılıksız, cansiperane severiz ve hatta bu uğurda ayaklar altına sereriz gururlarımızı, sevgimize karşılık bulana değin. Ama sonra değişir işin rengi, ulaşılmaz olan her şeyin cazibesi gibi sevgilinin de ulaşılmaz oluşlarına bir cazibe vardır çoğunlukla. Elde edene kadar ayaklar altına serdiği ne varsa insan, elde ettikten sonra onunkini ayaklar altına almak ister bazen. İşte buradan kaynaklanır asıl sorun. Saf ve temiz bir duyguya egoların tahakkümü başladığı an masumiyetini yitirir insan yüreği. Kendi duygularına karşılık alamadığı zamanlarda yaşadığı sancıların aynısını karşısındakine yaşatmaktan tereddüt etmeksizin yaşar. Öylesi hoyrat ve bazen bile isteye kırıcı davranır bu uğurda. İşte dünyanın en güzel duygusuyla yere serilir insan. Bir düşmanın yapamadığını yapar insanın sevdikleri. Çünkü her şeyi bekler, ve yaptıkları şey ne olursa olsun en fazla hıncını bileyip, kinini körükler kendine karşı. Ama sevdiklerimiz öyle mi?
Daha acı verici ne olabilir bir hayalin kırılışından ve söyler misiniz hangi düşman bizi hayal kırıklığına uğratabilir? İşte bu yüzden hayallerimizle seriliriz yere. Heba olan bir emek, kırılan umutlar, ayaklar altına alınan masum duygular ve daha nicesi yaralar bizi. Her şeyim diye başlayan yolculuklar sen nesin ki diye bitebilir bir gün ve lekelenir sevdanın sicili. Düşünüyorum da sanırım bu yüzden artık sevip aşık olmaktan korkuyor insanlar. Herkesin bir acısı olsa da yüreğinde, kulaktan kulağa dolaşan bu kirli akıbetler de olumsuz bir tavır oluşturuyor sevgiye karşı bizim nezdimizde. Korkuyoruz artık koşulsuz sevip yara almaktan, hayallerimizle bağlanıp duygularımızla yere çalınmaktan.
Ve kirleniyor dünya, menfi sevgileri ayrımsayamıyoruz bile hakikisinden yahut en hakikisini bile yargılayıp sınamadan edemiyoruz. Ve kırıyoruz bunu test etmeye çalışırken. Tekrar kırılmaktan korkarken kırmaktan korkmadan yaşıyoruz. Bilemiyoruz artık biz sevmeyi, koşulsuzluğunu yitirdiğinden beri sevgimiz ve menfaatlerimizi akılane bulduğumuzdan bu yana eski aşklara öykünerek ve çoklukla imrenerek yaşıyoruz artık.