
Birçok şey vardır ki akılla değil kalb ile anlaşılabilir. İşte bu sebeple tasavvufta kalbe büyük önem verilmiştir. Bir hadisi şerif bize bu önemi şöyle izah etmektedir:
“Yere göğe sığmadım mümİn kulumun kalbine sığdım.”
Misal bir kapı gibi içimizden Hakk’a açılan. Belki de kalbin gözleri vardır göremediğimiz alemleri gören. Bundan mıdır bilinmez bir kalbi kırmak yetmiş kere Kabe’yi kırmaktan daha kötü görülmüştür. İmam-ı Rabbani hazretleri de buyurmuştur ki: Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü Teâlâ’ya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Asi olsun, günahkâr olsun herkesin kalbi bu sebepten mütevellit pek kıymetlidir.
Bir şey bu kadar kıymetli olunca insan onu gözünden dahi sakınmalıdır. Nasıl ki evimizi, üstü başımızı tertemiz tutuyorsak kalbimizi de azami derece de temiz tutmaya gayret etmeli, içeri Allah’ın hoşuna gitmeyecek şeyleri almamalıyız. İnsan bütün bunları kontrol edecek donanım ile yaratılıştır. Müddesir süresi 31.ayette şöyle buyrulmuştur: “Rabbinin askerlerini O’ndan başkası bilmez, ancak O bilir.” Mutasavvıflar bu ayeti yorumlarken değindikleri bir husus da kalbin askerleri olduğudur.
Kalbin iki tür askeri olduğunu söyleyen İmam Gazali bunların ilkiningözle görülen; el, ayak, dil gibi azalar olduğunu söyler. Bu askerler fıtraten kalbe itaat etmek durumundadırlar. Kalb emir vermeden göz göremez, ayaklar yürüyemez ve konuşamayız. Diğer askerler ise şehvet ve gazap gibi manevi kuvvetlerimizdir. Aslında bunların hepsi de bir bütünü teşkil ederek tek bir amaçla yaratılmışlardır ki o da Allah’ı tanımak ve kulluk yapmaktır. Bu manevi kuvvetleri Allah’ın istediği şekilde kullanabilirsek bizleri Hakk’a ulaştıran binitlere dönüşüverirler. Yar ve yardımcımız olurlar. Lakin nefsin emrine verirsek de helakımıza sebep olurlar.
Lakin buraya kadar anlatılan vasıflar hayvanlarda dahi vardır. İnsan ise yeryüzünde Allah’ın halifesi olma iltifatına muhatap kılınmıştır. İnsanı hayvandan ayıran ise ilim ve irade sahibi olmasıdır. İlim insanın sadece dünyaya ait bilgileri bilmesi değil sonsuz hayatımız olan ahiretin bilgisine de sahip olmaktır. Elbette yaşamımızı idame ettirmek adına bu dünyada bilinmesi gereken şeyler de vardır lakin bu bilgiler bizi asıl gaye olan kulluğa yaklaştırmadıktan sonra ne anlamı vardır.
İnsanın sahip olduğu diğer kuvveti ise irade sahibi olmasıdır. Râgıb el-İsfahânî iradeyi arzu, ihtiyaç ve ümitten meydana gelen bir güç olarak açıklar. İnsanı fiile yönlendiren şey ise irade sahibi olmasıdır. Misal vermek gerekirse bir ilacın acılığından ötürü nefs onu içmeyi istemez. Akıl ise faydasından ötürü iradeyi harekete geçirerek bize o ilacı kullanmaya teşvik eder.
Aynı zamanda İrade Allah’ın sıfatlarındandır. Ve İnsan Allah’ın sıfatlarının yansıdığı bir ayna olduğu için cüz külden bir parça taşır. Bu cüzi iradeye sahip olan külli irade olan Hak dairesinde dönüp durur. Kimleri aşkla döner kimileri ise bilmeden… Bu kadar muazzam yaratılmış olan insandan elbette ki yaratan da bu iradeyi kullanarak hakikate ulaşmasını bekliyor. İnsanın da bu dünyada vereceği sınav belki de budur.