
İnsan; hem yok hem var gibi bu âlemde. Bin bir endişe taşır yüreğinde. Hem o kadar aciz, hem gücü yeter gibi. Hepimiz bu dünya denen yerde yolcu misali yürür dururuz. Bazen yolculuğumuza yeni canlar katılır, umut hayal kuşanırız. Kimi ise yalnızlığı adımlarız. Böylece ömür gözlerimizin önünden kayıp gider.
Ne zamana söz geçer, ne kalbe söz laf anlatılır. Çoğu zaman bir arada bir derede gider dururuz. Varlığımızdan habersiz, adeta bakan körler gibi serap misali dünyaya aldanıp, beyhude şeylere kanarız. Hâlbuki bu âleme imtihan için gönderildik. Güzellikler ekip dünya denen tarlaya, ahrette biçecektik. Ama yapamadık.
Nefsin karanlık kuyularında debelenip duruyoruz. Ne tam ahirete ne de dünyaya yönümüzü dönemiyoruz. Hep bir arada derede, arafta sıkışıp kalmış gibiyiz. Ahretin dünyadan hayırlı olduğu bilinciyle verilen ömrü değerlendiremiyoruz. Hep ne çok biliyoruz, ne çok biz iyiyiz, en doğrusunu hep kendimizde görüyoruz. Hâlbuki her gün adım adım ölümümüze yaklaşıyoruz. Bu fani, vefasız dünyada saatlerimiz dahi sayılı iken, hep kalacakmış gibi yaşıyoruz. Çünkü ölümü nefslerimize kabul ettiremiyoruz.
Gerçi Ölmek için mezara konulmak gerekmediği gibi, cennet ve cehennemi yaşamak için de ölmek gerekmiyor. Hepsi burada bizim içimizde. Gaybi sultan der ki:
“ Her ne varsa âlemde örneği var âdemde
Bul seni sen bu demde âdeme gel âdeme” işte bu yolculukta, aramak-bulmak üzere çıkılmış bir yer idi dünya. Biz sandık ki çok mal mülk edinince, çokluğumuzla övününce, kat kat binaları göğe yükseltince büyük olunacak. Amaçsızlık boşluğu ile oradan oraya savrulan ölü ruhlar oluverdik. Kimsenin de uyanmaya hevesi yok. Herkes kendi rüyasında kör olmaktan öyle memnun ki! Kimse kendi kör gözüne bakmıyor da herkes karşısındaki gözlerle ilgileniyor. Bilmez misin ki mümin müminin aynasıdır. Baktığın yerde gördüğün sen kendinsin!
Dünya yolculuğumuzda nerelerdeyiz. Yolda mı kaldık, yoksa yol’dan haberimiz dahi yok mu? Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekkin Nüfus kitabında anlatılan bir kıssa ile halimize ayna tutalım. Bir kafile, bir memleketten Mekke-i mükerreme’ye gitmek, Beytullah’ı ziyaret ve tavaf etmek, hacı olmak ve yine vatanlarına dönmek maksadıyla yola çıktılar. Yolları Bağdat şehrine uğradı. Kafilede bulunanlar: Şehirde bizim işimiz yoktur. Şehir dışında bir yere konarız, dinlenir ve yol hazırlıklarımızı görürüz, yine kalkar yolumuza devam ederiz dediler ve şehir dışında konakladılar. İçlerinden birisi:
- Vallahi Bağdat şehri dillerde söylenir bir şehirdir. Ben de sizinle konak yerinde konaklarım amma, buraya adar gelmişken, varır Bağdat şehrini de gezerim dedi. Kafiledeki yol arkadaşları:
- Gel gitme… Orada bir şeyi nefsinin hevasına mutabık bulur, onunla oyalanır kalırsın. Biz yola çıkarız, gelir bizi bulamazsın. Çok kalacak değiliz, hemen yola çıkacağız, vazgeç gitme bizimle kal, dedilerse de dinlemedi ve tek başına Bağdat şehrini görmek maksadıyla arkadaşlarından ayrıldı.
Şehre girdi, yolu Bağdat’ın harabat ehli haneleri arasına uğradı. Baktı ki, çengiler çeganeler, türlü türlü avazeler, sazlar, şarkılar, kahkahalar sokaklara taşıyor. Biraz durakladı ve bunları dinledi, bu eğlence ve sefahat âlemi kendisine hoş geldi, nefsi kuvvetlendi, gürledi ve baş kaldırdı. Birkaç adım daha yürüdü ve gördü ki bir kadın bir kapıdan başını çıkarmış, gelene geçene bakıyor. Göz göze geldiler, kadın kendisini hemen içeriye çekti. Kadın kendisine:
- Ey yiğit, dedi. Peşim sıra gelirsin, benden ne istersin?
- Seni pek sevdim, kendime sevgili edindim, cevabını verdi.
Kadın nazlandı:
- Beni sevdiğini söylüyorsun amma, sen benden murat alamazsın. Ben de sana bütün malını ve sermayeni vermeyince ram olmam, dedi. Biçare adam:
- Benim varım yoğum ne varsa hepsi şehir dışındaki kafilede ve arkadaşlarımın yanındadır. Burada garip bir misafir kişiyim, diye yalvardı. Bu defa kadın:
- Mademki bir şeyim yok diyorsun, gel benimle içki iç ki, benden murat alabilesin, teklifinde bulundu.
Bizim hac yolcusunun aklı başından gitmiş ve gözü dönmüştü. O kadından gayrısını gözü görmüyordu. Bu teklifi de kabul ederek içki içmeye razı oldu. Karşılıklı bir hayli içtiler. Artık iyice sarhoş olmuş ve kendinden geçmişti. Derhal soyundu. Belinden, içinde paraları bulunan kemerini ve üstünde nesi varsa hepsini kadının önüne koydu. Biraz daha içtiler, iyice sarhoş oldu. …..
Sabah oldu, müezzinler sabah ezanı okumaya başladılar. Uyandı, kendine geldi, etrafına bakındı, yanında yatan kadına gözü ilişti. Ne görsün? İçkinin tesiriyle gözüne dünya güzeli görünen kadın gayet çirkin bir şey değil mi? Gözlerinden çapaklar akar, ağrı gayet kökü kokar, hâsılı murdar bir şey… Hemen kalktı ve giyindi, dört yanını aradı, ne kemeri var ne paracıkları? Bütün varı yoğu elden gitmiş. Hızla sokağa fırladı ve arkadaşlarının kondukları yere vardı ki, kafile çoktan hareket etmiş… Bütün sermayesini kaptırmış, biçare ortalıkta kalakalmıştı. Bağdat şehrini bilmez, orada kimseyi tanımaz. Sonunda, işsiz, güçsüz, aç ve perişan o avarelikle ne’uzü billahi Teala cehenneme gitti…
Bizlerin dünya karşısındaki durumu da, o kadına aldanıp yolunu şaşıran adamın haline benzemiyor mu? Dünya türlü güzellikleriyle bizi içindeki pisliğe çekmeye çalışıp durur. Nefse güzel gelen nice şeyler ile bizi kendine davet eden bu dünyaya daha ne kadar kanacağız? Daha ne kadar yolumuzdan ayrı düşüp, günah bataklığında debeleneceğiz. Öldükten sonra uyanmanın kime ne faydası var. Allah ve Resulü bizi dünyaya karşı uyarmamış mıdır? Ali İmran suresi 14. Ayette söyle buyrulur: “ İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedi hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.” Rabbim bizleri dünya sevgisinden muhafaza buyursun. Selamlar…

