
Yaz, güneşin cömertçe yüzünü gösterdiği, denizlerin çağırdığı, doğanın coşkusunu en yoğun hissettirdiği mevsimdir. Ama bu coşku, son yıllarda ne yazık ki yerini bir parça endişeye bırakıyor. Çünkü artık sıcaklar, “mevsim normali” tanımını aşmış durumda. Termometreler 40 dereceyi zorlarken, gölgede bile nefes almak güçleşiyor. Bu durum, hem fiziksel sağlığımızı hem de ruh halimizi etkiliyor.
Sıcaktan bunalan şehirlerimizde beton yığınları adeta birer fırına dönüşüyor. Serinlemenin klasik yolları olan gölge, vantilatör ya da bol su içmek artık yeterli gelmiyor. Hele ki yaşlılar, çocuklar ve kronik hastalığı olanlar için bu sıcaklık artışı ciddi bir tehdit haline gelmiş durumda. Her yaz başında yapılan “bol su için, güneşe çıkmayın” uyarıları artık daha çok bir zorunluluğun ifadesi gibi.
Öte yandan bu kavurucu sıcaklar, doğaya da zarar veriyor. Kuruyan topraklar, su kaynaklarının tükenmesi, orman yangınları... Doğanın sessiz çığlıkları arasında biz hâlâ şehirlerde klimalı odalarımızda serinlemeye çalışıyoruz. Oysa bu sıcaklar bize sadece mevsimin değil, iklimin de değiştiğini söylüyor.
Peki çözüm ne? Elbette bireysel önlemler alabiliriz: Sokağa çıkış saatlerimizi düzenleyebilir, serin giysiler giyebilir, su tüketimimizi artırabiliriz. Ancak bu yeterli değil. Kent planlamasından enerji kullanımına kadar geniş çaplı değişimlere ihtiyacımız var. Daha fazla yeşil alan, daha az beton, daha çok gölgelik ve doğaya duyarlı yapılaşma şart. Aksi takdirde her yaz daha da zor geçecek.
Yaz, bir zamanlar çocukların sokaklarda oynadığı, akşam serinliğinde ailece yürüyüşlerin yapıldığı güzel bir mevsimdi. Şimdi ise gündüz saatlerinde dışarı çıkmak cesaret istiyor. Belki de artık sadece serinlemenin değil, serin kalabilmenin yollarını da konuşmamız gerekiyor.
Küresel ısınmanın etkilerini her geçen yıl daha sert hissediyoruz. Sıcağı konuşmak artık bir yaz mevsimi sohbeti değil; ciddi bir uyarıdır. Hem doğaya hem geleceğimize karşı sorumluluğumuz var. Bu yaz bir fark yaratalım.