Hikayeniz Yoksa Rolünüzü Oynarsınız

William Shakespeare’in dediği gibi, “Hayat bir tiyatro sahnesidir; ama herkes aynı oyunu oynamaz.”
Modern toplum, bireylere çeşitli roller sunar. Öğrenci, anne, çalışan, vatandaş, eş, dost… Her bir rol; beklentiler, normlar ve kalıplarla birlikte gelir. Çoğu insan, toplumun biçtiği bu rolleri sorgulamadan kabul eder, bir bakıma “kendisine yazılan” oyunu oynar. Ancak bir de bu sahnede kendi metnini yazanlar, yani “hikayesi olanlar” vardır.
Bu iki insan tipi arasındaki fark, yalnızca bireysel farklılıklara değil, aynı zamanda derin sosyolojik ve felsefi ayrımlara dayanır.
Toplumun işleyişi, büyük ölçüde bireylerin rollerini benimsemesine dayanır. Emile Durkheim’a göre, toplumsal düzenin sağlanması için bireyler belli normlara uymak zorundadır. Bu kişiler genellikle kendi benliklerinden ödün vererek sistemin çarklarını döndürürler. Onlar için hayat, çoğunlukla dışsal beklentilerin karşılandığı bir alan haline gelir.
Søren Kierkegaard, bu durumu “İnsanlar kendilerini keşfetmektense, başkalarının onlar hakkında ne düşündüğünü yaşamaya meyillidir” şeklinde özetler.
Rolünü oynayan bireyler, öz benlikleriyle yüzleşmekten kaçınır. Bunun yerine, başkalarının gözündeki imajlarını sürdürmeye çalışırlar. Sosyal medya çağında bu durum daha da keskinleşmiş, insanlar ‘var olmak’ yerine ‘görünmek’ için yaşamaya başlamıştır.
Buna karşılık hikayesi olan insanlar, hayatı sadece yaşamakla kalmaz; onu anlamlandırma çabasıyla da şekillendirir. Jean-Paul Sartre’nin varoluşçuluğuna göre insan, dünyaya “boş bir kâğıt” gibi gelir; kim olduğunu ise kendi seçimleriyle belirler. Hikayesi olan insanlar bu sorumluluğu üstlenir. Onlar için hayat, kendini gerçekleştirme ve özgünlük yolculuğudur.
Robert Frost, bu yolcuğun kazandırdıklarına “İki yol vardı ormanda, ben en az gidileni seçtim ve bu, bütün farkı yarattı” sözüyle işaret eder.
Bu kişiler, toplumun beklentileriyle çatışmaktan korkmaz. Çünkü onlar için önemli olan, dışsal onay değil, içsel tutarlılıktır. Bu yüzden hayatları belki daha zor, ama daha anlamlıdır.
Rolünü oynayan birey, sosyolojik olarak ‘Uyum Sağlayan Birey’dir. O, sistemi besler; var olanı devam ettirir. Oysa hikayesi olan birey, çoğu zaman “marjinal” görülür. Çünkü o, sistemi sorgular ve bazen dönüştürmek ister.
Toplumsal değişim, işte bu hikayesi olan bireyler sayesinde gerçekleşir. Martin Luther King, Simone de Beauvoir, Mevlana ya da Nazım Hikmet gibi isimler, toplumun sunduğu rolleri reddedip kendi hikayelerini yazanlardı. Onlar sadece yaşamadılar; yaşadıkları çağın ruhunu dönüştürdüler.
Martin Heidegger, insanı ‘Dünyaya fırlatılmış bir varlık’ olarak tanımlar. Bu “fırlatılmışlık”, yani istem dışı bir varoluş, insanı bir seçim yapmaya zorlar: Ya başkalarının yazdığı senaryoyu oynayacaktır ya da kendi varoluşunu anlamlandırmaya çalışacaktır. Hikayesi olan birey, bu ikinci yolu seçendir.
Toplumsal roller elbette kaçınılmazdır. Ancak mesele, bu rolleri sorgusuzca mı benimsediğimiz, yoksa bu roller içinde kendi özgünlüğümüzü koruyup koruyamadığımızdır. Rolünü oynayanlar sistemin sürekliliğini sağlar; ama hikayesi olanlar dünyayı değiştirir.
Unutmayalım ki; Herkes bir hayat yaşar; ama sadece bazıları bir hikaye bırakır.